31 Ekim 2009 Cumartesi

Kış Kış : Kış

Yine geldi, hiç gelmeyesice; Kış. Yine soğudu hava, bir anda hem de. Ne güzel t-shirt falan takılıyoduk biz, şimdi kim giyecek mont falan? Geldi ve en nefret ettiğim şeyleri de beraberinde getirdi; üşümek ve erken kararan hava. Bu iki şeye ayrı ayrı değinesim var.

Üşümek mesela, ne gerek var ki sana? Dün evden ilk çıktığımda bu kadar üşüyeceğimi bilsem, yemin billah olsun çıkmazdım evden. Ne kadar iğrenç bişey olduğunu hatırlatman gerekiyordu di mi? Bilsem bu kadar soğuk olduğunu, daha kalın giyinirdim. Ki zaten kendimce kalın giyindiğimi zannediyordum. Meğersem kalın giyinmemişim. 3 dk.lık yolu yürüyene kadar buz kestim. İsteyerek üşüsem, hani mesela ara sıra iyi gelir ya soğuk insana, üşümek ister, öyle bişey olsa, tamam diycem, "üşümek iyidir bazen". Ama yok arkadaş. İstemeden soğuğa maruz kalmak, tek kelimeyle "FACİA".

Erken kararan hava'ya gelirsek, senden en az üşümek kadar nefret ediyorum. Saat 4 dedin mi, kararmaya başlıyo iyice. Zaten hava kapalı, zaten onun karanlığı var, yetmiyo, tamamen kararıyosun. Lan biz yazın saat 4te evden çıkmıyoduk "çok sıcak olm güneş tepemizde" falan diye. Düştüğümüz hallere bak.

İkinizi de, hatta kış'ı da ekleyeyim, üçünüzü de yaşadığım İstanbul'un getirdiği şartlar altında sevmeme imkan yok.
Belki bi gün Londra'ya gidersem, ölümüne severim sizi. Ama şimdi değil, daha vakit var sizi sevmeme. Şımarmayın hemen.

30 Ekim 2009 Cuma

Dünyanın En Mükemmel 3lüsü

1) Stroszek
2) 24 Hour Party People
3) Control

diyeceğim ise, eğer Ian Curtis seven bir insansanız kesinlikle 3ünü de izleyin. Mümkünse yakın zaman dilimlerinde olmasın.

Filmler hakkında kısa kısa yorumlarımı yaparsam ;

Stroszek : Bruno S.'nin hayatı iç burkabilir. Hatta burkar. Neden bilmem, filmde beni etkileyen şeylerden biri ise, Bruno hapisten çıkarken, hücre arkadaşlarından birinin -Türkçe olarak- "Hoşçakal.. Hoşçakal. Her şey gönlünce olsun.. Hoşçakal" demesi oldu. Aslında söylediği dilin pek de önemi yok, vedalaşırken söylenebilecek belki de en doğru şeyi söyledi ama beklenmeyen bir anda, tanıdık cümleler duymak etkiledi.

24 Hour Party People : Son derece başarılı bir film olduğunu yüz milyonlarca insan kabul ediyor zaten. Hakkaten bayağı iyi. Özellikle punk,post-punk ve new wave'e ilgi duyanların izlemesi mutlak suretle gerekli. Ama genel olarak -her ne kadar Tony Wilson kabul etmese de- kendisi üzerinden gidiyor filmin akışı. En iyi replik ise ; (ki burada ekşi sözlük'ten kopyala yapıştır yapıyorum)

grup: herkes nerede? konuk listesinde 100 kişi vardı.
tony wilson: sen sex pistols konserindeydin.kaç kişi vardı?
grup: 40 civarında.
tony wilson: doğru ve tarihi oldu.
grup:ama burada sadece 30 kişi var.
tony wilson:tamamen. izleyici azaldıkça daha tarihi olur. isa'nın son yemeğinde 12 kişi vardı, kitty hawk'da yarım düzine, arşimet banyoda yalnızdı.

Control : Ian Curtis'i seven, bilen, duyan herkesin izlemesi lazım. Tek kelimeyle muhteşem. Spoiler falan da vermiycem. Tek diyeceğim, filmin sonuna Atmosphere'den daha etkileyici bir şarkı koyamazlardı.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Joy Division Discography'si

Dünyanın en müthiş duygularını yaşatır bu. Hakkaten bak. Geçen gece hayatımda ilk defa discography indirdim. Kotalı internet sahibi olunca insan, "aman lan kotayı geçmiyim, para girmesin" falan diye indireceği tek bir şarkının bile hesabını yapıyor. Ama yakın civarda beleş wireless bulunca öyle mi? "İndir anasını satayım" falan diyerek, gecede 10 albüm indirmişliğim bile var. Her neyse, konu esas olarak Joy Division discography'si. Allahlarına kurban olduğumun grubu, sizin bunca şarkınızı bi arada görmek, insanda bir duygu karmaşası yaratıyor. Canlı kayıtlar gösteriyor ki; grubun canlı performansları orjinal hallerinden daha hızlı ve ara ara daha bi punk'a yakın, özellikle 1-2 şarkıda. Mesela "These Days", mesela "Interzone". Zaten bu post-punk hadisesi de punk'tan çıktığına göre, pek de sorun yok ortada. Ayrıca belirtmeden edemeyeceğim, "Insight"taki "ci ci cuv cuv" efektleri canlı versiyonda daha bi hoşuma gitti.

Fazla da uzatmaya gerek yok, velhasılı kelam, Joy Division can'dır. Discography'si olunca daha bi "can" olur kendileri.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Öyle olmuş böyle olmuş

o değil de, sıkıntı ya. valla bak. evde oturmak sıkıntı. erken kalkmak sıkıntı. trafik desen sıkıntıların daniskası.

milli takım da yine yenildi anasını satayım. 2010'da ne güzel bi heyecanımız olacaktı dünya kupasında. hoş, fatih terim'in gitmesine 1 maç daha kaldı, 2012 ellerimizden öper inşallah. en büyük hayalim, milli takım oynarken vuvuzela sesleri eşliğinde maçı izlemekti, kısmet olmadı. vuvuzela rulez.

okumak istediğim kitapları tek seferde hepsini almak, tek seferde bi oturuşta hepsini okumak istiyorum. ama nerdeee?

hatta izlemek istediğim tüm filmleri başlarından hiç kalkmadan 75 gün boyunca izlemek de istiyorum.

Madem İyisin

Anladık iyisin,
Ama neye yarıyor iyiliğin?

Seni kimse satın alamaz,
Eve düşen yıldırım da
Satın alınmaz
Anladık dediğin dedik,
Ama dediğin ne?
Doğrusun, söylersin düşündüğünü,
Ama düşündüğün ne?
Yüreklisin,
Kime karşı?
Akıllısın,
Yararı kime?
Gözetmezsin kendi çıkarını,
Peki gözettiğin kimin ki?
Dostluğuna diyecek yok ya,
Dostların kimler?

Şimdi bizi iyi dinle:
Düşmanımızsın sen bizim
Dikeceğiz seni bir duvarın dibine
Ama madem bir sürü iyi yönün var
Dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine
İyi tüfeklerden çıkan
İyi kurşunlarla vuracağız seni
Sonra da gömeceğiz
İyi bir kürekle
İyi bir toprağa.

Zaaflar

Senin hiç yoktu
Benimse vardı bir tane,
Seviyordum.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Pass This On

Yorum yapmıycam, sadece videoyu koyucam. Hem şarkı, hem klip, efsane ve ötesi. Diyeceklerim de bu kadar, teşkür ederim.

4 Ekim 2009 Pazar

Her Anı Ölüymüş

Her anı ölüdür.

Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim? O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere? Ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere? Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.

Başka hiçbir şey."


Poz Mu?

Photobucket

Hayır, hiç sanmam. Bi insan istese de böyle bir poz veremez. İmkanı yok. Bu "an"ın getirdiğinin bir fotoğrafla ölümsüzleştirilmesinden başka hiç bir şey değil.

Stüdyoda, yorulmuş, -ya koltuk bulamadığından ya da en yakın orası olduğu için- amfiye (hadi amplifikatör diyelim de, doğru kullanalım) oturmuş, bacak bacak üstüne atmış. Yakmış sigarasını.. Ovuşturduğu gözleri kim bilir neler görmek istiyor.. Ama kim bilir aklından neler geçiyor, Deborah'la olan kavgaları mı, hastalığının getirdiği çaresizlikler mi, Natalie'ye nasıl daha iyi bir hayat sunabileceği mi, yoksa yaratacağı şaheserlerinden birine yazacağı can alıcı mısralar mı.. Dedim ya, kim bilir.. Tek bildiğimiz ise, bir süre sonra bu düşüncelerinin sonunun geldiği. Daha doğrusu, kendi isteğiyle tüm düşüncelerinin sonunu getirdiği.

18-5-80

Photobucket

Daha fazla laf etmeye, gerek var mı?

Ne De Güzel Demiş

Photobucket

en yakın yabancı sendin,
daha sürülmemişken ışığın biberi
yaramıza,
yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
henüz.

güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız,
ilkyaz derken -kışı gözden kaçıran
yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız
en güçsüz kollarla-

çözüldü aşkın zarif ilmeği
bulandı aynalar duruluğu.
çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık
olduğunu...

yabancıların en yakınıydın sen!

Nilgün Marmara
Yabancı

haziran '85

Notes To An Absent Lover

Şu anda albüm incelemesi falan yapmak gelmedi içimden. Sadece bu albümün kapağı hakkında düşüncelerimi yazıcam. Yazmasaydım içimde kalır.

O kadar müthiş etkileyici bir albüm kapağı var ki, ne desem bilemiyorum. Zaten albümün adı baştan bi fikir veriyor.. Şimdi gelirsek.. Usulca odadan çıkan bir kız.. Belli ki "Absent Lover"ımız oluyor kendisi.. Beyaz bir elbise/gecelik içerisinde, ilerliyor. Hareket halinde olduğunu da sağ elindeki buğu mu desem, fluluk mu desem.. Ordan hissettim gibi.. Albümün açılış şarkısı olan "Nobody Told Me"de bahsedilen "a pretty girl with auburn hair" tanımına da, tam uyuyor albüm kapağındaki kız.. Öyle bir şey ki, sanki albümdeki tüm şarkılar, kız odadan çıktıktan sonra yazılıp söylenmiş, sanki kız gitmese, bu şarkılarınn hiç biri olmayacakmış gibi bir his veriyor albüm kapağı.. Olabildiğince sade, olabildiğince etkileyici.. Duvar kağıdındaki yırtıklar da, kıza eşlik ediyor, kız bir anda çıkıp giderken..

Photobucket

Di mi ama?

Nantes vs Cherbourg

Uzunca bi süre elimde The Flying Club Cup'tan Nantes vardı sadece. Sözlerinin bir kısmı taht kurmuştu yüreciğimde.

"well it's been a long time, long time now
since i've seen you smile
and i'll gamble away my fright
and i'll gamble away my time"

kısmıydı bu.

Gün geldi, albümün tamamını indirdim, dinlemeye koyuldum. 1, 3, 5... giderken şarkılar, bir anda başa döndü albüm zannettim. Sözleri bu albümde daha önce duydum sandım. Başa dönmemiş, ama ben de yanılmamışım. 11. şarkıymış Cherbourg, bir kaç dizesi albüm başa döndü sanmama sebep olmuş, ben müziğe dalmışken. O 1-2 mısra mı? Tam olarak şöyle ;

"well it's been a long time
since i've seen you smile
gambled away my fright
till the morning lights shine"

Durdum bi saniye, aradaki ufacık farkı hissettim sözlerdeki, sebepsiz yere gülümseme kondu suratıma, neyin gülümsemesiyse artık..

İşte böyle bir şekilde selamlaşıyor Nantes ve Cherbourg. Birinde "kaybedeceğim" derken, diğerinde "kaybettim" diyerek.. Dinleyenin suratında ise buruk bir gülümseme bırakarak..

3 Ekim 2009 Cumartesi

You Should Be At Home Here

Belki de en kısa şarkılarının adı bu olduğu için bu ismi verdiler albüme. Evet, Carissa's Wierd'dan bahsediyorum. Albümedeki isimleri maşallahı var. Hepsinin hem de. Nasıl mı, şöyle mesela : "The Part About the Vine That's Growing Through the Window and Reaching Towards My Bed". Ve ya "Halfway Spoken Heart That Feels Comfort in Everything Until It Disappears and Then It's Gone". 'Bıraksan roman yazacaklarmış' klişesi tam olarak geçerli burda. Ama zaten bu albüm hakkında getirebileceğim tek kötü eleştiri de, isimlerin uzun olması. Başka kötü bir şey bulamıyorum ki albüm için. Tüm şarkıların birbirinden güzel olduğu, kullanılan tüm enstrümanların tadına varılabilecek bir albüm. Özellikle Blessed Arms That Hold You Tight, Freezing Cold and Alone beni kendi diyarımdan alıp, başka diyarlara bıraktı ama, o diyarlar neresi, onu bile bilmiyorum. Belki de bilmek de istemiyorumdur, ayrı mevzu bu.

Interpol'ü Kolundan Tutup Getirelim Kampanyası

En sonunda ben kendim Interpol olup, Interpol'ü tüm dünyada arayıp, bulup, kolundan tuttuğum gibi getiricem Türkiye'ye konser vermeleri için. Oğlum bak, Allahsızlık yapmayın, gelin şu Türkiye'ye, verin konserini, kalbinizi kırmayayım. Gelin birlikte söyleyelim şarkılarınızı, dertleşelim şarkılarınızda. Biliyo muydun Paul'cuğum, benim de en iyi arkadaşım hem kasap, hem Polonyalı, hem de sakalı var!

Gulag Orkestar

Eveeet. Elimiz değmişken Beirut'tan devam etmek fena olmaz hani. Albüm incelemesi tadında olacak olsa da, aslında öyle de değil. Bambaşka bir şey de değil. Aklıma gelen şeyleri yazıcam galiba.

Postcards from Italy : Düğünümde çaldıracağım şarkıdır. Hatta şarkıda anlatılanları bile yapabilirim, o derece.

Rhineland ve After the Curtain : Ölmek üzereyken dinlemek istediğim 2 şarkı heralde. "What can you do, when curtain falls" derken belki de "ölüm yakınken elden ne gelir ki" düşüncesini oluşturken kafamda, Rhineland'in "I would have no where to go" ise bu resmi tamamlıyor. Akıp giden müzik eşliğinde daha da etkisi altına alıyor.

Scenic World : Müziğiyle bi mutluluk verirken, özellikle şu sözleri, hayata daha bi sıkı sarılmaya sebep olabilir

"when i feel alive, i try to imagine a careless life
a scenic world where the sunsets are all breathtaking"

The Gulag Orkestar : Ağır aksak ilerlerken şarkı, buralardan gitme isteği uyandırması muhtemel.

Demiştim ya aklıma gelenleri yazarım, albüm incelemesi gibi olmaz diye. Boşa dememişim. Şimdilik bunlarmış aklıma gelenler.

Beirut mu? Yenir mi ki?

Hayatımı çalan namussuz grubun ta kendisi. Hakkında ne desem az kaçacaklar birliğinin en baştaki üyelerinden. Gulag Orkestar gibi Balkan etkileşimli, içinde Postcards from Italy, Rhineland gibi muazzam şarkıları bulunduran ilk albümlerinden 1 yıl sonra, 2007'de bu sefer daha bi '50lerin Fransız Pop'u kokan The Flying Club Cup'ı getirdiler(daha doğrusu getirmişler) hayatımıza. Hatta 2007de Türkiye'ye de gelmişler. Ama ben Beirut'u 2008de tanıma şerefine nail olduğumdan mütevellit, 1 yıl kadar gecikmeli haberim oldu Radar Live'a geldiklerinden. İşte zaten öğrendiğim anda yüreğime ateş düştü. Acaba bi daha ne zaman gelirler de sevindirirler beni?

Avaz Avaz

Bu adda muhteşem bi dergi varmış, hatta bi tane de blog'ları varmış, takip etmek sevapmış.

buyrunuz;

http://avazavazdergisi.blogspot.com/

afiyet bal şeker olsun.